27 Kasım 2013 Çarşamba

truth

Fakat çok yağıyor çocuklar. Gökyüzü de sarı oldu. Pelin arkamda paper'ıyla uğraşıyor. Biz Sabancılılar paper'a paper deriz. Benim de "case" yapmam gerekli. Evet Sabancı. Case'im Harvard'dan buarada. Evet o Harvard. Umarım etkilenmişsinizdir. Babam çok etkileniyor çünkü. Şimdi size ebeveyne büyük işler yapıyor gibi gözükme yöntemlerimden bahsedeceğim.

Gökyüzü kırmızı oldu buarada çocuklar. Şimşek de çaktı. Pelin yıldırım düştü dedi. İnşallah o yıldırım isim veremeyeceğim bir kaç kötü adamın götüne düşmüştür. İsim veremem çocuklar çünkü herkesin gözü blogumda anlatabiliyor muyum? Olay çıksın istemiyorum. Bence yurt ve dünya barışı önemli. Ama yine de hepsinin götüne yıldırım düşsün.

Ben aslında buraya size bir şarkı dinletmeye gelmiştim. Sarı gökyüzü dikkatimi dağıttı. Babanelik yapmak istemem ama gökyüzünün rengi değişince hep bir köşeden bir dinazor fırlayacak ve babam onu öldürmeye çalışırken yanlışlıkla beni vuracak gibi hissederim. Bu rüyamdan bir kesitti buarada. Siz hiç kanatları ağaç dalından, tüyleri yapraklardan oluşan bir dinazor gördünüz mü? Ben gördüm. Korkunç. Fatih Cami'si semalarında uçuyorsa eğer baya korkunç. Allahuekber derseniz kaçıyor ama. Kafirdi bu dinazorlar çocuklar. O yüzden kökleri kazındı zaten. Kafalarına meteor yağdı. Hakettiler bana sorarsanız.

Buyrunuz şarkı. Görüşürüz.






31 Ekim 2013 Perşembe

Benden size gelsin çocuklar.



28 Eylül 2013 Cumartesi


"Allah kesin var" temalı klibimizi izlerken, yarattığı Vinterberg için binlerce teşekkür ediyoruz.
Vinterberg'e Submarino için, Submarino'ya da dinlemeye kıyamayacağın soundtrackleri için ayrı ayrı teşekkürler.

Biz de danish danish konuşsak teşekkürlük olur muyuz acaba?

Son olarak seçtiği aktörlerin hepsini muazzam sahnelerle kombinleyip bizi yavaş yavaş delirttiği için Vinterberge'e birkaç yüz teşekkür daha.

Toplu teşekkür için buraya tıklayınız. ( Uyarı: ağlamalı şükür duası ve yoğun miktarda Mads Mikkelsen içerir.)

27 Eylül 2013 Cuma

Bugün babamla oturmuş sütlaçlarımızı yerken Supernova patlamalarıyla ilgili bir belgesel izliyorduk. Şu ünlü japon adamı çılgınlar gibi bilim yapıyordu. Ünlü japon dediğimde kim olduğunu anlamadıysanız bilimle ilgilenmiyorsunuz demektir. Bilimle ilgilenmeyenlerden hoşlanmam. Çünkü aptal gözükürler. Aptallardan hoşlanmam.

"Din adamları topraktan geldiğimizi söylüyor, bilim adamları yıldızdan geldiğimizi."
Boğazıma bir pirinç tanesi yapıştı. Öksürdüm, tarçınlar uçuştu.
"Yalancı! Onu bilim adamları değil Gattaca söylüyor."
Biliyorum, çünkü yıllar önce izledim.

Yani işte diyorum ki;

 "They say every atom in our bodies was once part of a star. Maybe I'm not leaving... Maybe I'm going home."

Anlatabildim mi?

6 Ağustos 2013 Salı

29 Temmuz 2013 Pazartesi

28 Temmuz 2013 Pazar

Kendimizi sevdirirken dikkat etmeliyiz. Çünkü bu sevgi birini mavi periyi aramaya zorlayabilir, dünyanın sonuna gönderebilir, suyun altında tutabilir ve 2000 yıl boyunca “lütfen mavi peri beni gerçek bir çocuğa dönüştür” dedirtebilir. Bu sırada kısa bir hikaye 3 saatlik bir filme çevrilmiştir bile ve sen iç çekmeyi bırakıp kendini göz buğulanması sonucu görme bozukluğu çekerken bulabilirsin. Gelen uzaylılar vız gelir, “uzun olduğu iyi oldu iftara kadar oyaladı” dersin.

Kendimizi sevdirirken dikkat edelim lütfen.  Kısa hikayeleri filme çeviriken de arada saate bakalım.


Hikaye sevenler için not: Super-Toys Last All Summer Long (Brian Aldiss)


18 Mayıs 2013 Cumartesi

" -Nereye gitmiştin?
  -İstanbul'a.
  -Kim var İstanbul'da?
  -Yine gidecem. "

6 Nisan 2013 Cumartesi

Şimdi ortadan kaybolsam ve kaybolmadan önce yaptığım her şeye bir anlam yüklense.
Bak en son şu şarkıyı dinlemiş. Gördün mü bak şurda şunu demiş. Arka planı mavi yapmış gördün mü. Ondan önce de pembeymiş ama sonra yine maviymiş de bok da püsürmüş.

Görmediğimiz şeylerin birden görünür olduğu o küçücük nokta patlasa, Big Bang'den farkı olmayacak. Her şeyin başı olan o nokta. Benim için o nokta ben ilk var olduğumda ortaya çıktı. Big Bang'le ilgili görüşüm de budur. Herkesin patlaması kendine. Evren ben var olduğumda var oldu. Ben olmadan var olan bir evren zerre umrumda değil kimse kusura bakmasın. Ben yoksam o da yok zaten. İlk nokta, herkes sayısında ve herkesin en başında var olan nokta. Bana hep en sonunda gözüküyor.
Bak son demiş gördün mü?

Uzun uzun laf geveleyip, sık sık söylendiği gibi "sadece benim anladığım" şekilde konuşmak istemiyorum. Ama bundan başka şekilde bahsetmenin yolunu da bilmiyorum. Anlatmak istediğim şey şu: En sona geldiğinde bile zar zor ortaya çıkan farkındalık yüzünden konuşmaktan korkulur çünkü söylenenler söylendiği an dikkate alınmaz. En anlamlı olduğu an söylendiği andır, fakat hep geriye en dönüp bakılmaması gereken anda bakılır. Anlamaya çalışılır, yanlış anlaşılır.

Korktuğum bir şey haline geldi bu. Önceden ne yaptıysam, ya da ne söylediysem, söylediğim an değerliydi. O ana mahsustu. Önemli olan tek şey "an"dı. An'ı yaşamayı unuttum. Carpe diem'den bahsetmiyorum. Tamamen geçmişi bırakıp, geleceği bir anlığına bile düşünmeyip, içinde yaşadığım ana odaklanmaktan bahsediyorum. Anı yaşamak demek, salak salak, gördüğün ilk kuşa selam vermek demek değil. İnsanı soğutmayın allasen. Her şeyin olup bittiği, ve en değerli olduğu anı yaşamaktan bahsediyorum.

Son olarak; sözlerimin hiç biri olmuş ya da ileride olacak bir şey için bir mesaj niteliğinde değil. Hepsi, şimdi söylüyorsam şimdi dinlensin ya da dinlenmesin diye. Ama bir gün illa dinlenecekse, o gün bugün olsun. İleride anlamsız olacak. Hepsi bu an için.



12 Mart 2013 Salı

-Çabuk gel lütfen, çok sıkıldım melankolili bloglar yazıyom.
-Anaam tamam hemen geliyom kardeşum.

Felaketin kıyısından döndük. Yalnızlık fena şey dostlar. Sabah'ın "oh bugün az evde oturam da kafa dinliyem"i "YANGIN VAR GOMŞULAR YETİŞİN"e döndü. Tek bir koltukta bir günü yedim bitirdim. Çekilse şahaneli sanatlı film olurdu. Nuri Bilge halt yemişti ve benim sanatlı filme tek örneğim her zaman Nuri  Bilge'ydi çünkü kendi sığlığımda boğulmuştum. 
Filmde de bir tek ben oynuyorum. Sağda solda, reklamda dizide oynayan tanıdık görmekten fenalık geldi. "Aa bu bizim bilmem ne ehe ehehee" Yüzüm gülüyor ama içim tanka, tüfeğe, ağır sanayi hamlelerine karşı savaş veriyor. Benlen psikolojik savaşıyorlar. 

Bundan önce yazmaya başladığım ama sonunu getirmediğim yazı Etgar Keret'le tanışma hikayemdi. Neden onun üstüne yazmıştım, ve neden başka bir şey bilmezcesine hep Etgar Keret'ti? Çünkü yüzyıllardır sadece kendim sevdiğim için, ödevmişcesine tavsiye edilmeden okuduğum bir insan evladı yoktu ve bu adamcağız hiç de öyle bir arayışta olmadığım bir dönemde karşıma çıkıvermişti. 
Yazı gereksiz uzun ve sıkıcı olduğu için en çok da sonunu ben bile getiremediğim için yok ettim onu. Yerine Nimrod Çıldırışları adlı kitabından altını çizdiğim bir kaç satırı yazmaya karar verdim. Çünkü neden çizdiğimi bile hatırlamıyorum, hikayeyle bağlantılarını kuramıyorum, bu kadar saçma sapan ve bağımsız oluşları çok hoşuma gidiyor ve en önemlisi; boşum.

Satırlar gelişigüzel seçilmiştir.

"...tahsilinin dünyayı daha iyi anlamasına yardım ettiği falan yoktu ama anlamadığı şeylerin adını koyabilmesini sağlıyordu en azından.
Hatta karısına da kızmıyordu artık. Bozuk paraya ihtiyacı olduğunda da her seferinde bozuyordu, soru sormadan."
-Tapılası

" "Dünyanın en büyük ayı," dedi sıska tip ayağa kalkmaya çalışarak. "Satın almak ister misin? Senin için 20 dolar." "On," dedim bir onluk çıkarıp uzatarak. "Tamam" dedi çürük dişlerini sergileyen bir gülümsemeyle. "On olsun, iyi birine benziyorsun." " 
-Günde Bir İyilik

"...her insanın sadece kendine özgü en az bir benzersiz düşüncesi olması gerektiğiydi. Renk, ses ve içerik olarak sadece onun sahip olabileceği bir düşünce."
-Öykü Biçiminde Bir Düşünce

" "Galiba bir şeyin gerçekleşmesini çok fazla istemelisin, ona rağmen gerçekleşmiyorsa gözlerin parıldamaya başlar, benimkiler gibi." "
-Parıltılı Gözler